16 Aralık 2013 Pazartesi

BAYRAMA GİTMEYEN ÜÇ ÇOCUK

1. Ç ı r a k
Denize sapa suratıyla karmaşık bir çocuk olan çırak
Gözleri ince tuzaklar, güneşli delilikler peşinde
İçinden ağlama teneffüsü’dür şimdi
Vietnam, Filistin, İrlanda

Tam kuşlara buğday serpme saati
Savaşları okuyor renkli gazetelerde

Annesini Perşembe gömdüklerine göre,
Daha bir haftadır böyle algın
Islak, sarı toprak, günlük kokusu
Kuru, kanlı toprak, barut kokusu

En iyisi büyümeden buralardan kopup gitmek
İşçi mi korsan mı bir şey olmak üzere
Bir kereste motoruyla ormanlık bölgelere
Bu ilk alıştırması
Dişlerini kenetler, çıkar gider çırak

İlerde kesilecek başları düşünür
Erken mi yoksa daha düşünmek için?

2. Ö ğ r e n c i
“İnsan bir aşk bulmalı onu yaşamalıdır
“Geometri de, beden eğitimi de hiç ve boşuna
“Esnetir Tarih, takma dişleri sarı ve üstelik Coğrafya
“Şimdi okuldan sansar gibi çıkmalıyım
“Koşup dağılmalı Mayıs bayrakları dalgalanan kente
“Bildiri olup dağılmalı insan büyüyünce
“Şimdi bu sıkıntıyı kuşlara savurmalı
“İki ölüm boyu yüksekte salınan bir uçurtma
“Gel be ipimizi koparalım, ev ve iştah da ne
“Yeni bir töreye doğru yeni bir donanma
“Başka bir ulus belki, başka bir ülke
“Tanrıyı ekmeğe göre yeniden tanımlayalım
“Yeni bir yürek için zaman ve kalkınma
“Olmazsa yıkılalım, kim bu sıkıntı her zaman göğüste
“Olmazsa olmasın, amcamda bir tabanca var
“Ve çok sever beni
“Nasılsa vururum birilerini!”

3. T u t u k l u
burda okul bile var remziye teyze
dayak bile yiyoruz öğretmenimizden
birdirbir oynuyoruz kimseye görünmeden zeki diye
bir çocukla ben
onunku da hırsızlık fakat çok komik bir suratı vardır
şişmandır ve durduğu yerde güler
ömer abi var yozgatlı bir gardiyan vurmaz insana
vurur gibi yapar
ötekiler herkes döver bu koğuşta
dokuz çocuk olduk babası yurtdışında
sürgüne dağıtıma gitti ötekiler hep
elli kişi mi ne kaldık
kimisi de çıktı bu zeki de gider yakında
herkes burda kediyi tekmeler minnoş diye bir kedi
var
beni ise yalar o da elimi ve yüzümü yalar iyi severim
cepçi olan yeni çocuk adını garip koyalım bu kedinin
dedi de
dedi annadın mı diye tutturdu garip diye bir kedisi
ölmüş eskiden
bu dünyada amma tuhaf çocuklar yaşıyor
kafam çok kızıyor ama ben burda herkesten
küçüğüm tabi ve marangoza ancak yazarlar yaz
bitince
ve burda kalırsak
o zamana kadar babam bile dönmüş olur belki

karpuz istedi canım bugün bir de eşki elma
vardır ya vardır ya kiraz getirseniz biraz belki
sokmazlar kantinde var derler çünkü
parayla ya da işle satarlar
sen gene getir iboyu ben uzatır elimi severim
minnoşu da getiririm görüşünüze
biraz gıdıklarım sana da bir boncuk işlettim
burada en güzel yapan cafer ağaya
havalar ısındı remziye teyze ve çok pislik buralar
ister zahmet etmeyin ister cuma günü gelin
babamdan mektup getirirsiniz

dün burda üç abiyi asmışlar
suç anayasayı devirmek

zor mudur acaba asılmak

hepinize hoşça selam eder ellerinden öperim

Ergin Günçe

29 Kasım 2013 Cuma

Ölümü ektim randevu yerine

Ölümü ektim randevu yerine.. 












Zembereği boşalmış sözcüklerin
Akreple yelkovan öpüşüyor on ikide
Bütün ziller vaktinde vuruyor,tembellik edip gitmeyeceğim
Kusura bakma ölüm
Bugün de gecikeceğim
Sessizlik çökmüş kentin sokaklarına
Martılar uykuya dalmış
Kar bütün izlerini örtmeye hazır
Randevularımıza sadığımdır sektirmem saatini ama bu sefer tembelliğim tuttu, ölüm daha çok beklersin beni…

Şimdi kış ölümün vaktidir derler ve tecrübelerimden bilirim kışın ölene söverler.
Kusura bakma ölüm ben ardımdan sövdürmem.
Bu randevuya asla gelmem.
Bu şiirin içinden tren de geçebilir
Uçak da Vapur da
Bütün teknolojik ölüm aletleri de ama hiç birine binmeyeceğim
Kusura bakma ölüm gelmeyeceğim
Ve ben ne olacağını merak ederken
hani filmin en güzel sahnesinde
sinemadan çıkar gibi
hayattan çıkıp gidemem
Kusura bakma ölüm
Adın çok soğuk gelemem
Bunca mazeretim varken
yaşama dair,
ölümü aklımdan bile geçirmem
Seviyorum seni hayat
tüm kötü sürprizlerini de..

Gelecek öyle uçsuz bucaksız duruyor ki
Erol Zavar



1 Eylül 2013 Pazar

"Her yer kara, her yer kırmızı"




   İlk gittiğim Gençlerbirliği maçı lise yıllarıma denk geliyordu. O zamanlar futbolcular abimdi, sonra yaşça yakaladım onları. Ben büyüdükçe onlar genç kaldı.  Büyüdüğümü biraz Gençlerbirliği'yle anladım.

    Büyüdükçe Gençlerbirliği ile bağım daha da güçleniyordu. Ankara'da olmadığım zamanlar gönlüm hep oradaydı. Gönül bağımın sebebi ne üstün başarıları ne de şampiyon olabilme ihtimaliydi. Zaten tribünde şampiyon tezarühatı yapılmayan bir kültürden geliyorduk. Türkiye' de çoğu futbolsever tarafından sempati beslenen ender taımlardan birini seviyordum. Ama daha çok 'karakazılı'nı 'alkaralar'ını seviyordum. Bu taraftarlara beslenen sempati sonucunda maçları adanademirsporlu, beşiktaşlı, fenerlisiyle beraber izler olduk. Nede olsa "benim kızıl siyah gençlerimin ismi bile birlik"ti. Liverno'nun efsane kaptanı Lucarelli yıllar önce "kulüp değil, futbolcular ve taraftarlar solcu olur." demişti bunun en güzel örneklerinden birisi de bu takımdı işte.

    Böylesine bir taraftar topluluğunun gezi direnişinde yer almaması abes olurdu. O zamanlar kulüp başkanı İlhan Cavcav olaylara Gençlerbirliği taraftarlarının katılacağını düşünmüyorum menşeili bir şeyler söylemişti. Aynı zaman diliminde Karakazıl'dan Murat Özdemir polisin attığı gaz fişeği sonucunu sol gözünü kaybetti.

    Bütün yaşananlardan sonra evimizde oynayacağımız ilk maçı bekler olduk, 'eylül yaklaşıyordu'. Çok hayaller kurduk, içimizden bi ses, daha önce ki tecrübelerine dayanarak, hayatta hiçbir şey hayal ettiğiniz kadar harikulade olmaz diyordu. Yine aynı ses bir taraftan "umut zaferden daha değerlidir" de diyordu. Kafası karışıktır biraz. Bütün bu düşüncelerle geçirdik zamanı, sonra maç günü geldi. Başlama saatinin 21.45 olduğunu öğrendik. Bu Ankara için şu demek; maç bittiğinde Ankara'nın doğusuna toplu taşıma araçlarıyla ulaşmazsınız, metroyu kullanmak isteyenler ise acele etsin. Buna rağmen kalabalık bir insan topluluğu karşıladı bizi. Daha stada girmeye çalışırken sloganlar duyuluyordu "her yer kara her yer kırmızı". İçeri girdiğimizde, polisin bizden önce yerini aldığını, kamerasını kurduğunu, çekime başladığını gördük. İlk slogan onlara gelsin dedik o zaman "siyasi slogan". Maçın başlamasının özel bir anlamı vardı bu kez. Gözlerimizin biri bantlıydı, tek gözle başladık maça. Gözlerimizin biri söndü, binlercesi açıldı. Bu Murat'ın özelinde tüm gözünü kaybedenlerin gözü olabilmekti bir nebze.

   Ve maç başladı, "her yer taksim her yer direniş" yada "sık bakalım" demek için özel bir dakikamız olmadı. Sloganlarımızı maçın başından sonuna kadar attık. Slogan atmak için beklediğimiz zamanlar da vardı. İlk golden sonrası mesela "bu daha başlangıç, gol atmaya devam", "gol ata gol ata kazanacağız". Hep ilerde olacak değil ya, kalemizde tehlike hissedersek ona da söyleyeceklerimiz vardı "no pasaran". İkinci golü bulduktan  sonra bu kez rakip takımın yönetimine bir çağrı vardı, Gekas yoksa bir eksiksiniz "çare Gekas". Ölüm yıl dönümünde, Metin kurt ceza sahasında yalnız bırakılmadı.Sahada otoriteye de söyleyeceklerimiz vardı; "çal bakalım, çal bakalım, düdüğünü çal bakalım. kartını bırak, düdüğü çıkar, delikanlı kim bakalım." En içtenini en sona sakladık "hepimiz Ethemiz".

   Maçı 3-0 kazandık, kaybetseydikte pek birşey değişmezdi. Çünkü ilk defa hayal ettiğimiz kadar harikulade şeylerin olabileceğini öğrenmiştik.

28 Temmuz 2013 Pazar

Acı

"Acı çekmek bir yanlış anlamadır"

"Acı var, dedi Shevek ellerini açarak, Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama var olmadığını veya herhangi bir zamanda yok olacağını varsayamam. Acı çekmek, yaşamamızın koşulu. Başına geldiği zaman fark ediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabi ki, toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, Açlık ve Aadaletsizliği engellemek doğru bir şey. Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz ama ama Acı'yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı -gereksiz acıyı- dindirebilir.Gerisi kalır. Kök, gerçek olan. Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğuşumuzun koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben- çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yinede her şeyin, mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle bir yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum... Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçebilse aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise- yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçeğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim , acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçeğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen."

Ursula K. LeGuin- Mülksüzler

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Diyalektik

Her şey, her kurum, her düşünce kendi karşıtına dönüşerek yok olur.




"Geçen ekimde Hellas Verona taraftarları Livorno maçında kendi normallerini bile aşan bir rezillik yaptılar. Livorno’nun bir sene önce kalp yetmezliğinden sahada can veren 25 yaşındaki futbolcusu Piermario Morosini’nin nasıl ‘geberdiğiyle’ alay eden sloganlar böğürdüler. Verona kulübü özür diledi, Federasyon 50 bin euro ceza verdi, videoda tespit edilen taraftarlara stat yasağı getirildi. Livorno kaptanı Andrea Luci “Böyle bir kulübü kapatmak gerekir” fikrindeydi. Livorno Ultra’larıysa ‘yasaklamak yasaktır’ çizgisini korudular. Dediler ki: “Faşizmle mücadele yasaklarla değil bir karşı kültür oluşturmakla ve direnişin değerlerini geliştirmekle olur.” *

*Tanıl Bora (Radikal, Geri Dön Livarno!, 29/05/2013)


28 Mayıs 2013 Salı

Miguel Hernandez

"...
Federico ve Rafael'in* dostlarından biri, genç şair Miguel Hernandez idi. Onu tanıdığımda, kendi ayakkabıları ve kadife köylü pantalonuyla ülkesi Orihuela'dan yeni gelmişti. Köyünde keçi çobanlığı yaptığı söyleniyordu. Çıkarmaya başladığım yeşil at** adlı dergide şiirlerini bastım. Köpükler saçan şiirlerindeki pırıldayan coşkunluk beni hayran etmişti.

Miguel öylesine köylüydü ki, sanki çevresine toprak saçılıyordu yürürken. Yüzü bir toprak parçasını, ya da tazeliğini hala koruyor, topraktan yeni çıkarılmış patates köklerini andırıyordu. Benim evimde kalıyor ve burada şiir yazıyordu. Başka ufuklar ve başka dünyaların izlerini taşıyan benim güney amerika şiirim yavaş yavaş onu etkiledi ve değiştirdi.

Bana köyündeki hayvanları ve kuşları anlatıyordu. Be edebiyatçı büyük bir tazelik ve heyecan verici bir yaşama gücü ile büyük şehre gelmişti: tıplı doğada yeni bulunmuş, hiç zedelenmemiş çok güzel bir taş gibi. Uyuyan keçilerin karnına kulak dayayarak, sütün akışını dinlemenin ne kadar etkileyici olduğunu anlatırdı. Bu gizli sesleri ancak bir keçi çobanı dinleyebilir, böylesine güzel duygulara ancak o sahip olabilirdi.

Bir kezinde, bana, bülbüllerin ne güzel öttüklerini anlattı. Onun geldiği ispanya doğası, çiçek açan portakal ağaçları ve bülbüllerle doluydu. bu kuş, gururlu bu şarkıcı benim ülkemde pek yaşamadığı için, çılgın Miguel bana onu canlandırmak istedi ve caddedeki ağaçlardan birine tırmanarak, en yüksek dalların arasında memleketindeki sevgilisi kuşlar gibi ötmeye çalıştı.

Para kazanacak işi olmadığından, ona iş aramağa başladım. İspanya'da bir şaire iş bulmak kolay değildi. Sonunda dışişleri bakanlığında yüksek bir memur, onunla ilgilendi. Miguel'in bazı şiirlerini okumuştu, hayranı idi ve ne gibi bir görev istiyorsa, söylesindi, hemen gerekli atamasını yaptıracaktı. Neşe içinde eve geldim ve haberi şaire verdim:

"Miguel Hernandez, sonunda bir işin var. Dışişleri bakanlğındaki bir memur sana görev verecek. Atamanın yapılması için hangi kısımda görev almak istediğini söyle."

Miguel düşüncelere daldı. Vaktinden önce kırışmış yüzünü sanki görünmeyen bir peçe kapladı. Aradan saatler geçti ve sonunda akşama doğru cevabını verdi. Sanki hayat yolunun en önemli çözümünü bulmuş gibi parlayan gözlerle bana geldi ve dedi ki:

"Acaba o adam bana madrid civarında bir keçi sürüsü ayarlayabilir mi?"
...
"
* Federico Garcia Lorca, Rafael Alberti
**Pablo Neruda'nın çıkardığı şiir dergisi.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

İş Makinesi

   Ahmet uzanıp Başak'ın masanın üzerinde hareketsiz duran elini tutuyor. Kızın elleri sonbahar yaprakları gibi hışırdıyor.
   "Karanlık günler bunlar" diyor Ahmet, "çok karanlık". Parmaklarını Başak'ın ellerinde gezdiriyor. "Ellerini yine mahvetmişsin'"
   "Yaşamak için kendiliğinden bir eğilim vardır değil mi?" Kendi elleriyle de Ahmet'in elleriyle de ilgilenmiyor Başak. Gözlerini kocaman açarak soruyor; "Böyle eğilim olmalı insanda, değil mi? İşte dünden  beri bende böyle bir şeyin zerresi yok. "Kendi kendine konuşur gibi, "Belki de adet gördüğüm için bilmiyorum," diyor. Dilinde damağında kupkuru kelimeler. Ne bir şey yediği var ne içtiği. Portakal suyu ve yağlı kağıda sarılı kek masada öylece duruyor. "Sen yemezsen ben yerim," demişti Ahmet, Başak'ın başka zaman olsa bayılacağı şeyleri ısmarlarken.
   Başak zorla getirilmiş gibi oturuyor sandalyesinde.
   Ahmet, insanların arasında olmanın, sıkça buluştukları bu pastanenin, bu tanıdık seslerin, kokuların, bir bardak portakal suyunun, bardaktan taşan köpüklü turuncunun, böyle şeylerin başağa iyi geleceğini düşünüyor.
   "Her şeye rağmen " diyor, "yani er yeri saran bu karanlığa rağmen, dün akşam yapılabilecek en iyi şeyi yapmışsınız." Bunun bir anlamı olmadığını, Başak!'ı teselli edemeyeceğini biliyor, yiende söylüyor.
   Başak düzeltiyor:"Yapabildiğimiz tek şeydi." Yüzü bir an dalgalanıyor.Sonra, dolan gözlerini kırpıştırarark, "Yapabildiğimiz tek şey, salonun ortasında deli gibi dönüp duran bir iş makinesi olmaktı," diyor.
   Ellerini Ahmet'in ellerinden çekiyor, portakal suyuyla keki en uzak köşeye itiyor. Umut ile birlikte ellerinin üzerinde güya makine sesi çıkararak dolaşmalarını düşünüyor., Umut'un bakışlarındaki boşluğu...
   Abidinlerde akşam yemeğindeler. Nergis güzel yemekler yapmış, ama kimsenin iştahı yok. Yemek masasında öyle oturuyorlar.
   "İş makinesi!" diye sevinçle bağırıyor birden Can. Düz tutamadığı işaret parmağıyla televizyonu gösteriyor, bir yandan da tutunacak bir yer arıyormuş gibi geri geri gidiyor. Sırtını bir koltuğa yaslayınca, yemek masasındakilere doğru dönüp, "İş makinesi!" diye bağırıyor yine, büyülenmiş bir ifadeyle. İşaret parmağı havada.
   Abidin kalkıp televizyonu kapatıyor."Bitti!" diyor, kızgın değil, iç değil, yalnızca yorgun, umutsuz. "Haber proğramıymış, bitti"
   "Haber proğramı değilmiş diye karşılık veriyor Can. "Haber proğramı değilmiş" Abidin'in, Nergis'in sakinleştirici tavırlarına, sevecen konuşmalrına kanmıyor.
   "Haber proğramı değilmiş!" diye bağırarak ağlamaya başlıyor. "İş makinesi! İşmakinesine bakacağım ben."
   Umut masadan kalkıyor. Ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş Can'ın önüne geliyor, avuçlarını yere koyuyur, "işte sana iş makinesi'" diyor, Abidin'ê ayaklarını tutup havaya kaldırması için başıyla işaret ediyor. Abidin Umutu'un ayaklarından tutuyor, birlikte salonda dolaşmaya başlıyor. Tuhaf sesler çıkaıyorlar.
   Annesi Başak'a dönüp, "Haydi bakalım!" diyor. Başak avuçlarını yere koyuyor, annesi ayaklarını tutup havaya kaldırıyor. Onlar da diğer ikisiyle birlikte dönmeye başlıyor.
   Yapabildikleri tek şey o anda bu çünkü.
   Can, dikenli tellerin ardındaki bir binanın dub-varına darbeler vuran iş makinesini, yıkılan duvarı, ateşlenen silahları, yükselen dumanları, omuzlarına asılı makineli tüfeklariyle jandarmalrı, ambulansları, elleri yüzleri yanmış tutuklularu, hükümlüleri görmesin diye, ülkenin yok olmaya yüz tutmuş vicdanı hiç olmazsa bir evin kuytusunda yaşasın diye, yapabildikleri tek şey...

Barış Bıçakçı- Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

'At'lar

"Buraya gelirken
      uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim"  

                                                             Muratan Mungan

"Yaradalış Kitabı'nı yazan insandı elbette, at değildi."
                                                             Milan Kundera


"O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler."
                                                             Yaşar Kemal
                                                           

19 Mayıs 2013 Pazar

Hastası olunan sözler- 3

                                             Milan Kundera-Varolmanın dayanılmaz hafifliği

17 Mayıs 2013 Cuma

Defne Sandalcı "Ah"

benim öyle hakiki annem hakiki babam yok... ne de dağlarım, ırmaklarım, tarihim. bir ev var, önünde deniz, ve bende nedense oradayım. (Kafka'nın köksüzlüğü)

******

Böyle eksik aksak şeylerin bitimin de acı pusu kurar kalbe, dişlerini geçirir ve ölüm dediğinde delikler bırakıyor haytta- unutarak senin de sonsuz bir kayboluşta olduğunu, konuşup durursun içlerine doğru.

******

Her şey boş diyor bir Ermeni şarkısı. Herşeyin içinin dolu olduğu bir zaman varmış. Ah. Hem benim aklım, bilincim öyle depolanmış beynimde durmuyor, onları orda  düzenlemek, bir sisteme sokma sonra da size sunmak kim ben kim!

Defne Sandalcı - Ah!






Cemal Süreya- Balzamin


Sen el kadar bir kadinsindir
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı agaclara kapi komsu
Bazi ciceklerin andirdigi
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmissindir kendine
Bir sarki edinmissindir,bir umut
Güzelsindirde oldukca, cocuksundur da
Saclarinla beraber penceredeyken
Besbelli arandigindan haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili...


Jurnal


21 Nisan 2013 Pazar


"Tanrı beni ılık kanlardan ve sinirlerden yaratmıştır, evet! Bir organik dokuda, eğer yaşama yeteneğine sahipse, her türlü tahrişe karşı tepki göstermek zorundadır. İşte, bende tepki gösteriyorum. Ağrı, sızıya çığlık ve gözyaşlarımla, alçaklığa hiddetle, çirkefliğe ise tiksintiyle karşılık veriyorum.Bence hayat dedikleri de esasen budur.Organizma ne kadar düşük düzeyde ise, o kadar az duyarlı olur ve tahrişe karşı o kadar az tepki gösterir. Tersine organizma ne kadar üst düzeyde  ise, koşullara karşı tepkisi de o kadar duyarlı ve enerjik olur."

Anton Çehov-6 numaralı koğuş- Cem yayınları-Hikayeler

26 Mart 2013 Salı

Hastası olunan sözler - 2


Birgül Oğuz'un ikinci kitabı 'Hah'ın Tuz Ruhun öyküsünden.

“Çünkü onlar ‘annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor’. Onlar en çok bunu biliyor. Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor. Böyle oluyor: Çocuk tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda: okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. Tedavülden kalkmış delik para.”

25 Mart 2013 Pazartesi

Hastası olunan sözler - 1




İdama giden bir adamın oğluna vasiyeti. İtalya'dan yaşanılası bir dünya ümidi ile Amerika'ya göç etmiş, grevlere, yürüyüşlere en önde katılan anarşist bir işçi. 1921 yılında yapılan bir soygunu italyan görünümlü kişilerin gerçekleştirdiği gerekçesiyle Bart Vanzetti ile gözaltına alınır. Kanıtlar olmadan, suçlu bulunmadan 1927 yılında idam edilirler. İdamın ardından altı kıta da adları yükselir. "Oyun oynarken hissettiğin mutluluğu sadece kendine saklama onu paylaş" diyen Nicola Sacco ile Bart Vanzetti öldürülür.

24 Mart 2013 Pazar

Fotoğraf / Cemal Süreya


FOTOĞRAF

Durakta üç kişi
Adam kadın ve çocuk
Adamın elleri ceplerinde
Kadın çocuğun elini tutmuş
Adam hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü
Kadın güzel
Güzel anılar gibi güzel
Çocuk
Güzel anılar gibi hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi güzel

Cemal Süreya

Mamak'tan dünyaya uzanan bir tramvay

Mamak'tan hayatın yönü Kızılay'a ama daha çok Ulus'a akar.  Bu yüzden ulaşım hep o yöne olur.   Kayaş yönüne gitmek isteyenler için ulaşım zorlanır. Ama bu zorluk zamanla yeni bişey doğurmuş. Samsun asfaltında çatallanan yollarda insanlar otostopla evlerine ulaşmaya başlamış. Zamanla bu durum bir sosyal sorumluluk durumuna ulaşınca herkes rahat etmiş. Otostop deyince öyle öğrenciler gelmesin akıllara bildiğin 50 lili yaşlarına merdiven dayamış amcalar. Arabaya binildiğinde  konuşmaya başlama cümlesi nerelisin? olur. Geçen gün ilk defa bu cümleyle karşılaşmadım, -nerelesin demedi. -şuraya kadar gidiyorum deyince -bende  dedi sadece. Kısa süren yolculuğumuz boyunca başka konuşmadık. Artık çocuk değildik ve konuşmadan da anlaşabiliyorduk. 

O günden beri yanyanayken susabildiğimiz insanları bu yüzden mi daha çok seviyoruz diye düşünüyorum.

23 Mart 2013 Cumartesi

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar

"Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar"


      
        Bana hep öğrenci kafasıyla yazılmış gibi gelir. Kolej'den, Kurtuluş'tan bakınca kara,  romantik olsa gerek. Oysa Ankara deyince her şeyden önce  aklıma varoşları gelir. Mamak olur mesela yada Altındağ fark etmez buralardan Ankara'ya 'bakmak'. Mamak'a kar yağdığında asfaltlar pek ışıldamaz çamur olur daha çok. Böyle dizlerine kadar derler ya öylesine çamurlar. Sonra hareket etmek zorlanır, ulaşım daha fazla zorlaşamayacağı kadar zorlaşır. Daha çok kömür yakılır mesela. Şirin mi şirin evlere uzanan yollar bile kapanır belki. 

17 Mart 2013 Pazar

Burası Ankara



16 Mart 2013 Gençlerbirliği-Karabük maçına gitmeden önce sizi yenerler boşuna gitmeyin dediler. Yenilsek ne fark ederdi ki , biz zaten gençleri şampiyon olsun diye sevmemiştik.

28 Şubat 2013 Perşembe

Dünyanın Başlangıcı



       İspanya Savaşı biteli daha birkaç yıl olmuştu; cumhuriyetin yıkıntıları
üstünde Haç ve Kılıç'ın egemenliği sürüyordu. Yenilmişlerden biri, hapisten yeni çıkmış bir anarşist işçi, iş aramaktaydı. Çalmadık kapı bırakmıyordu, ama boşuna. Hiç kimse bir Kızıl'a iş vermiyordu. Herkes ters ters bakıp omuz silkerek işçiye sırt çeviriyordu. Ona fırsat tanımaya, kulak asmaya yanaşan kimse yoktu. Elinde kalan tek dostu, şaraptı. Adamcağız, geceleyin boş tabakların karşısında pazar ayinini hiç kaçırmayan sofu karısının sitemlerine sessizce katlanırken küçük oğluda karşısına geçip Kutsal Kitap'tan bölümler okuyordu.

Bu öyküyü bana yıllar sonra, bahsız işçinin oğlu Josep Verdura anlattı. Sürgün olarak geldiğim Barselona'da anlattı bunları bana. Çocukluğunda babasını sonsuza dek kurtarmayı deli gibi istemiş, ama herzaman "Tanrıtanımaz" ve inatçı olan baba burnunun dikine gidermiş.

"Ama babacığım" dermiş Josep ağlayarak, "Tanrı yoksa dünyayı kim yarattı?"

Babası, bir sır verecekmiş gibi başını eğerek, "Dangalak" dermiş ona, "biz yarattık dünyayı, biz tuğla işçileri."

Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı

19 Şubat 2013 Salı

'Unutulan' Oğuz Atay


UNUTULAN


       Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye bağırdı delikten aşağı doğru. “Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.” Son sözlerimi duydu mu? “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim.” İyi. Durgun bir gün. Bütün hayatımca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. “Bir yerini kırarsın karanlıkta.” Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rasgele, önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Gene mi düşünüyor?


Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu; fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerim hiç değişmemiş. Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de, kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında… saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı, el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler. Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç. Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra… ilk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! bir zamanlar evliydim ben de… sonra gene evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. Sonra ne olmuştu? Sonra… buradasın ya… bu evde. Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: Demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki… Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin… Bununla ne ilgisi var? Fakat ben… ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim? Hep böyle mi durdum resimlerde? Yüksekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum; resim çekilirken değil… belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce… çok daha önce.

Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi. Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra, arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü. İlerideki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada, kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri, bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ve resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol gene boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol el yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz! Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma.
Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. İkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi: Bu 'biraz' sözüne ne kadar kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı: Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece. Sonra 'onu' görmüştü sokakta; bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen 'onun' gözlerindeki ilgiyi, insanı alıp götüren başkalığı fark etmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm ondan sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı, 'Ne kadar daha çok' olur muydu? deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı gene; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı gene. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var: her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor gene. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır, bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun? diye sorardım ona. Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim ama, çatışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Sonra, onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu: Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün bunları. Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri. Sonra… bir türlü olmadı işte… çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, 'onun' bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada, tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii.) Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım. Tavan arasında bu kadar kalacağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Belki evde olmadığım bir sırada… evet, muhakkak böyle düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için, onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi. Ayrıca, kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım.

Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba; rüzgâr bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkmamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine… Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. İçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmediğim bir sökükten yemeğe başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse, iç çamaşırlarından öteye geçememişler. Derisi, olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama, kalbi yerindedir herhalde. Korkarım göğsünün sol yanına dokundu: İşte orada, biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü'yü cümlenin başında söylemeliydim; şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. İyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onu unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için, bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür. Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile. El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sisli bir görünüşü var. Yalnız, ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma… Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık; hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra, köşemde kaldım günlerce; ne yedim, ne düşündüm. Sigara içtim durmadan. Evi, yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, 'ona' gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin.
Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu; ışınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: “Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?” dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu:

“Bir şey mi söyledin canım?” 

Elini telaşla kitap sandığına soktu, “Hiç,” diye karşılık verdi aceleyle. “Kendi kendime konuşuyordum.”

Korkuyu Beklerken, Oğuz Atay; İletişim Yayınları, 26. Baskı 2008, İstanbul.